1 sonuçtan 1 ile 1 arası
  1. #1
    Yeni Üye
    Üyelik tarihi
    23.11.2009
    Yaş
    35
    Mesajlar
    11
    Teşekkür
    0
    Aldığı Teşekkür
    26

    Standart Sebelilerin şaşkınlıkları


    Sebe ülkesi, çocukların anlattıkları çelişkili masalların karmaşık üslubu misali pek büyük bir şehirdi. Geniş mi geniş...
    Neredeyse bir tepsi kadar... Çelişkili dedik ya, çocuklar böyle anlatır. Sebe'nin pek ulu, yüksek ve uzun binaları vardı, kat kat ve çok sağlam binalar... Öyle ki soğan zarları ve katmanları kadar... Kalabalıktı, öyle kalabalık ki neredeyse on şehir halkı bir yerde toplanmışlar, hepsi birden yüzü yıkanmamış üç kişi olmuşlardı. Sayısız adam, sayısız mahluk bir aradaydı; ham ve hazır yiyici tam üç kişi yani... Bu üç kişiden biri çok uzağı gören bir kör... O kadar keskin bakışları vardı ki Süleyman'ı görmez, karıncanın ayağındaki kılları sayabilirdi. İkincisi keskin kulaklı bir sağırdı. Adamakıllı sağır olduğu halde çok işitirdi. Sanki bir hazineydi de içinde arpa ağırlığı kadar bile altın yoktu. Üçüncü öyle yalın, öyle çıplaktı ki üzerindeki elbisesinin uzun etekleriyle övünürdü. Üstüne giyecek bulamamış bir giyinik denilebilirdi ona.
    Kör olan bir gün ansızın belinledi, yerinden doğruldu, uzaklara baktı ve haykırdı:
    - Aha görüyorum!. Şuracıkta, burnumuzun dibinde neredeyse... Atlı askerler geliyor; hangi milletlerden kaç kişi olduklarını sayabileceğim çoklukta üstelik!..
    Sağır atıldı bu sefer:
    - Evet!.. Eveeet!.. Ben de seslerini duyuyorum. Gizli açık ne konuşuyorlarsa, atlarının nallarına varasıya kadar hepsini işitiyorum. Fısıldadıkları planlarından kulaklarımın zarı patlayacak neredeyse.
    Bu sırada çıplak paniğe kapılıp ağlamaya, çırpınmaya başladı:
    - Ya onlar gelir de şimdi benim uzun eteğimi keserlerse!.. Bu gösterişli elbisemin şekli bozulur da insanlar bana gülerlerse!..
    - Haydin öyleyse, kaçalım buradan, yaklaştıklarını iyice görüyorum. Yaralanmadan, esir olmadan kaçalım buradan.
    - Gürültü gittikçe yaklaşıyor. Kulaklarım savaşan atların seslerini de duyar oldu. Gidelim bir an evvel, kalkın!..
    - Biliyorum, bu düşman benim için geliyor, eteklerime tamah ettiler zahir, uzunluğunu kısaltacaklar!. Gidelim dostlar, çabuk gidelim bu diyarlardan...
    Öyle bir gidişle gittiler ki aylarca koşup, yıllarca yürüyüp bir ok atımı uzaklaşmışlar, sonunda bir köye varıp sığınmışlardı. Evleri bomboş, insanları mahşer gibi kalabalık bir köydü burası. Issızlık içinde arayıp taradılar, bir dalın altında bir kuş buldular. Ölmüş, kurumuş, karıncalardan ve kargalardan arta kalmış semiz bir kuştu. Etleri o kadar çoktu ki üfürsen birbirine çatılı duran kemikleri etrafa dağılıverecekti. Gagalanmaktan kaburgaları sicime dönmüştü. Pişirmeyi bekleyemediler; aslanlar avını nasıl yerse onlar da koştular, kuşu öyle semirdiler ki her biri karnı tok fil gibi yığılıp kaldılar. Şişmanlıkları yüzünden neredeyse dünyaya sığmayacak, ağırlıklarıyla neredeyse arz çökecekti. Gün bitince açıkta kalamayacaklarını anladılar. İri endamları ve semirmiş şişmanlıklarıyla süzüldüler, kapının çatlağından geçtiler.
    Yukarıdaki hikâyeyi Mevlânâ Hazretleri Mesnevi'de anlatıyor. Eğer remizler çözümlenirse ibretlik bir hikâyedir. Hazret'in fikrince Sebe, insan bedenidir mesela. Ahali, insandaki ruhanî ve cismanî kuvvetleri karşılar. Sağır, hayattan çok şeyler uman, bir türlü doymayan adamdır ki sağırlığı başkalarının ölümünü duyduğu halde kendi ölümünü hiç aklına getirmeyecek derecede yüksektir. Kör, hırs sahibinin halidir. İnsanların ayıbını kıldan kıla görür, sokak sokak dolaşıp onları herkese anlatır da kendi ayıbını asla görmez. Başkasındaki ayıp incir çekirdeğinde gizli olsa gözünden kaçırmaz ama kendisindeki dağlarca ayıbın farkında değildir. Çıplak, dünyaya tapan bir müflisin hali sayılır. Soyulacağını, malının tükeneceğini düşünmekten korkulu rüyalar görür, tedirgin, huzursuz bir hayat sürer. Oysa hakikatte bir çıplak olduğunu düşünmeli, hırsızların kendisini soymasından korkmamalıydı. Madem dünyaya çıplak geldi, çıplak gidecektir, öyleyse hırsız korkusuyla yüreğinin kan ağlamasına gerek var mıdır?
    Mevlânâ'nın hikâyesinde başka remizler de gizlidir: Şehirden kaçıp köye sığınan adamın hali, ezelden dünyaya geldiği anda ölüm yoluna girmiş olan kişinin haline benzer. Buradaki kapı dünyadır. Kapıdaki çatlak gizlidir, aranırsa bulunmaz, görünmez. Ama içeriden ışık sızarsa kendini belli eder.
    Kapının çatlağı ölüm ve mezardır ki mekânsız, mahalsiz bir gerçek olarak karşımıza çıkar. O gizli kapının çatlağından nice kervanlar deve yükleriyle süzülüp geçtiler de biz farkına varamıyoruz.
    İmdi; iyilik yapan birine, "Hayır hayır, ben iyiliğini istemiyorum, kötülük bana daha hayırlı, iyilik yaparak beni rahatsız etme!" denilebilir mi? Eğer denilirse bu, "Ben göz istemiyorum, beni kör et!" demek olmaz mı? "- Bu köşkleri, bağları, bahçeleri uzaklaştır benden, hatta ben emniyet, huzur ve esenlik de istemiyorum. Güzel kadınlarımızı da çirkinleştir hatta!" demek olmaz mı? Yazık ki bugün insanlık tam da böyle söylemekte, iyilik istemezlik içinde çırpınmaktadır. Tıpkı Sebe halkı gibi. O halde Sevgili'ye koşmayan, ona ulaşmaya çalışmayan canlar binlerce de olsa hakikatte yarım bedenden ibarettir. Bu yüzden Sebe halkı ancak üç kişi sayılabilirler.


  2. Facebook Adınla Yorum Yap

 

 

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •