İlk okul yıllarındayken, Çanakkale Zaferini anma haftası geldiğinde, öğretmenimiz büyük bir vazifeyi yerine getirmek için haftalar öncesinden titiz bir çalışmaya başlardı. Hangi öğrenciyi seçecek, hangi öğrencisine ne görev verecek kılı kırk yararak seçerek çalışırdı. Onun için sıradan, her yıl aynı şekilde kutlanan bir hafta değildi. Kanını taşıdığı atalarına karşı büyük bir sorumluluk hissederdi. Hiç akıl etmedim ama onunda bir yakını şehit ya da gazi olmuş muydu? Bu var olma ya da yok olma savaşında çok sevdiği birileri mi şehit olmuştu acaba? Niçin bu kadar önemliydi bu anma yıldönümü? İstiklal Marşımız okunurken bizlerden gizlemeye çalışırdı nemlenen gözlerini. Muhteşem bir program hazırlamak için didinir dururdu.
İstiklal Marşı okunurken, bayrakların en güzeli göndere çekilirken, var gücümüzle, sesimizi en yüksek perdeye çıkartıp, gözlerimizi o büyük bayrağımızdan ayırmadan tatlı ve de coşkulu bir ahenk içinde milli marşımızı söylerdik. Bayrağımız gökyüzünde bizler yeryüzünde dalgalanırdık. Söylerken onurların, içimizde tarifi ve de yeri belli olmayan, anlatamadığımız bir sevgi dolardı. Nasıl ki makamları cennet olsun atalarımız o tarifsiz acıları ve kahramanlığı yaşadıysa bizlerde galiba öyle oluyorduk. Söylerken geçen her saniye içerisinde kabımıza sığmazdık. Sanki her bir öğrenci bir aslan olurdu. Korkusu olmayan, cesareti ve onuru had safhaya ulaşmış yiğitler olurduk. O yıllarda işin açıkcası niçin öyle olduğumuzu bilmezdik, pek anlamazdık ama o manevi duyguyu yaşardık. Bu olsa olsa atalarını unutmayan evlatlara verilmiş ilahi bir nimetti. Çünkü bizler, ne zaman nerede vatan, millet, anne, baba, kardeş, hatta arkadaş lafzını duysak, gözünü kırpmadan ölüme giden aslanlar olurduk. Yeter ki bu bayrak üzerimizde dalgalansın. Yeter ki arkadaşlarımızı, dostlarımızı, vatanımız bizlerden ayrılmasınlar. Çünkü bizler, Allah birdir, anne, baba, vatan, bayrak, kandan hatta candan dahi kutsal diye inanırız. Ölürken dahi mutlu oluruz. Ölümden korkmayan kaç insan var ki yeryüzünde. Ama söz konusu vatan olunca ölümden korkulmazdı. İstiklal marşından sonra şiirler okunur marşlar söylenirdi. Hepside birbirinden güzel ve anlamlı şiirler ve marşlar. Şimdi ne zaman Çanakkale İçinde Vurdular Beni marşı söylense yine duygulanırım. O yıllarımda şuna eminim ki şuurlu bir vatan ve millet bilinci yoktu. Ama yeri belli olmayan büyük bir sevgi vardı. Usul usul vatan sevdasına tutuluyorduk. Ne büyük bir sevdaydı bu sevda. Sevdikçe insan mutlu oluyor, sevmelere doyulmuyordu. Bu sevgiyi hiçbir sevgiyle mukayese dahi edemezdik. Anne babamızdan nasıl ki daha sıcak gelmiyorsa insanlar, vatanımızda öyleydi. İçinde anne baba sevgisi barındırıyordu. Milyonlarca evladı olan anne baba oluyordu vatanım.
Çanakkale Zaferini usul usul, ağır ağır coşkulu bir şekilde anlatırdı öğretmenimiz. Bizler ise Hatice annesinin biricik kınalı kuzusu Hasan gibi, hiç ses çıkartmadan dinlerdik öğretmenimizi. Başkalarının kafasından sıktığı gibi uydurma destanları değil, belgelerle ispatlamış destanları anlatırdı. Ezineli Yahya Çavuşu, Kınalı Hasanı, Lütfi Beyi, birbirinden habersiz şehit olan iki köylünün nasıl birbirlerine haklarını helal ettiklerini, Seyit Onbaşının nasıl dev mermiyi kaldırışını…
O büyük savaşta, düşmanın cephane gücünü bizimkileriyle kıyaslamak dahi büyük bir cahillik olurdu. Bırakın cephaneyi bir kenara, günün üç vaktinde çoğu zaman bir öğün yemek bulabilen, o yemekte çoğu zaman bir tas hoşafı geçmezdi. Ama açlığı asla dert etmeyen yiğitlerin destanıydı bu. Dünya tarihinin ender şahit olduğu bir savaştı bu savaş. Var olma ya da yok olma savaşıydı. Cepheye giden atalarımızın muratları ne kahraman olmaktı ne de başka dünya nimetleriyle anılmaktı. Tek bir muratları vardı. Bu boğazdan haram içeri girmeyecek. Haram olan bir nesneyi nasıl ki boğazından geçirmemek için yaşamışsa atalarımız, o yılda haramı, haramzadeleri, insanlıktan nasibini almamış vahşileri o boğazdan içeri sokmayacaktı. Analar nasihat ederek yolluyordu daha bıyığı dahi terlememiş evlatlarını. Bak oğlum baban yemende kaldı, dayın balkanlarda, sen canımım son yongasısın, eğer bu vatan düşecekse sen de gelme. Öl ama gelme diyordu. Yarabbi en sevdiklerini unutmuşlar mıydı ki analar. Bu sözler vefasızlık mıydı? Asla asla asla… ama söz konusu vatandı. Şerefti namustu. Yeri gelmiş kadınlarımız dahi bir er gibi vatanları için gece gündüz çalışmışlardı. Hele hele en çok dokunan yanı ise, daha körpecik çağında liseden, medreseden, üniversite sıralarını bırakıp gidenlerdi. Sanki ilahi bir ses, hadi gidin oraya, sizler cennet ehlisiniz mi demişti. Yedisinden yetmişine kadar lafı işte bu savaşta hakkıyla yerini buluyordu. Onlar neleri neleri bırakıp gittiler. Ama vatan gitmesin istediler. Peki neden? Niçin? Çünkü vatansızlık demek, yaşadıkça en büyük zindanda yaşamak demekti. Belki şahıs olarak zindanda yaşamaya zarı olurlardı ancak anne babaların kardeşlerin yaşamalarına razı olmazlardı. Bayraksız, ezansız, özgürlüğü olmayan bir vatan olabilir miydi?
Ne doğru dürüst bir iletişim, ne doğru dürüst cephane, ne yiyecek ne giyecek… düşmanla kıyaslamak akıl sınırlarına dahi sığmaz. Ancak bir şey vardı. Maneviyat denilen bir şey. Hak uğruna yaşamak diye bir şey. Peki ya bu hak uğruna ölmek, işte bunu da maddi güçle kimse karşılaştıramazdı. Savaşılan sadece düşman değildi. Açlıkla, yoklukla, yetimlikle, daha ömrünün baharındaki güzellikleri yaşayamamak… işte bu noktada sabrın ve birbirini sevmenin ne kadar büyük bir nimet olduğu ortaya çıktı. Yan yana, can cana, ağlamadan, sızlanmadan, ardına bakmadan şehit olan bir millet vardı. Çünkü söz konusu olan vatandı. Kurandı, ezandı, namustu, bu uğurda bir değil milyon kez ölünmeliydi. Nasıl ki duygularımızı temiz tutmak için yaşıyorsak, onlarda vatanımıza haram pislik girmesin diye ölüyorlardı. Muratları temiz olmaktı. Alnının akıyla yaşamaktı. Bunun içinde vatana haramı sokmamak gerekiyordu. İşte bu zihniyetler ordusuna sahip olarak savaştılar. Aynı duygularla o cepheye gitseler, ve aynı ordulardan bin kat daha güçlü ordular saldırsa dahi yine şu hakikati öğreneceklerdi.
Ç a n a k k a l e G e ç i l m e z.
Ruhlarınız şad olsun…
Torunlarınız, evlatlarınız sizleri hiç unutmadı. Asla da unutmayacak unutturmayacaklar…
10.03.2010
Yer imleri