3 sonuçtan 1 ile 3 arası

Hybrid View

  1. #1
    Kıdemli Üye
    Üyelik tarihi
    07.12.2009
    Yer
    ankara
    Mesajlar
    439
    Teşekkür
    931
    Aldığı Teşekkür
    463

    Standart İz Bırakan Türk - İslam Büyükleri

    DEDE KORKUT


    Büyük Türk destanının yaratıcısı Dede Korkut'un kişiliği üzerinde bilgilerimiz yetersiz kalıyor. Korkut-Ata adıyla da tanınan Dede Korkut, söylentilere göre Oğuzların Bayat Boyundan Kara Hoca’nın oğludur.
    Onun, IX. ve XI. yüzyıllar arasında Türkistan'da Sir-Derya nehrinin Aral Gölüne döküldüğü yerde doğduğu, Ürgeç Dede adında bir oğlu olduğu, Oğuz Türklerinden büyük saygı gördüğü, bu bölgelerde hüküm süren Türk hakanlarına akıl hocalığı ve danışmanlık ettiği destanlarından anlaşılmaktadır.


    Dede Korkut'un Türkler arasında, ağızdan ağıza, dilden dile dolaşan destan niteliğindeki hikâyeleri XV. yüzyılda Akkoyunlu'lar devrinde Dede Korkut Kitabı adıyla bir kitapta toplanmış, böylelikle sözden yazıya dökülmüştür. Destan derleyicisi, Dede Korkut kitabının önsözünde Dede Korkut hakkında şu bilgileri verir ve onun ağzından şu öğütlerde bulunur:

    (Bayat Boyundan Korkut Ata derler bir er ortaya çıktı. 0 kişi, Oğuz'un tam bilicisi idi. Ne derse olurdu. Gaipten türlü haber söylerdi...)

    (Korkut Ata Oğuz Kavminin her müşkülünü hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata'ya danışmayınca yapmazlardı. Her ne ki buyursa kabul ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi...)

    (Dede Korkut söylemiş: Lapa lapa karlar yağsa yaza kalmaz, yapağılı yeşil çimen güze kalmaz. Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz. Kara koç ata kıymayınca yol alınmaz, kara çelik öz kılıcı çalmayınca hasım dönmez, er malına kıymayınca adı çıkmaz. Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez. Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir. Devletli oğul olsa ocağının korudur...)

    (Dede Korkut bir daha söylemiş: Sert yürürken cins bir ata nâmert yiğit binemez, binince binmese daha iyi. Çalıp keser öz kılıcı nâmertler çalınca çalmasa daha iyi... Çala bilen yiğide, ok'la kılıçtan bir çomak daha iyi. Konuğu olmayan kara evler yıkılsa daha iyi... Atın yemediği acı otlar bitmese daha iyi. İnsanın içmediği acı sular sızmasa daha iyi...)

    Dede Korkut'un kitabında on iki destan var. Bu destanlar, Türk dilinin en güzel örnekleri olduğu gibi, Türk ruhuna, Türk düşüncesine ışık tutan en açık belgelerdir.

    Dede Korkut, Oğuz Türklerini, onların inanışlarını, yaşayışlarını, gelenek ve göreneklerini, yiğitliklerini, sağlam karakteri ve ahlâkını, ruh enginliğini, saf, arı-duru bir Türkçe ile dile getirir. Destanlarındaki şiirlerinde, çalınan kopuzların kıvrak ritmi, yanık havası vardır.

    Bamsı Böyrek Destanı'nda Bey Böyrek’in ardından yavuklusu Banu Çiçek şöyle seslenir ;

    Vay al duvağımın sahibi,
    Vay alnımın başımın umudu.
    Vay şah yiğidim, şahbaz yiğidim,
    Doyuncaya dek yüzüne bakamadığım
    Han yiğit...
    Göz açıp ta gördüğüm,
    Gönül ile sevdiğim,
    Bir yastığa baş koyduğum
    Yolunda öldüğüm, kurban olduğum
    Can yiğit...
    Dede Korkut destanlarının kahramanları, iyiliği ve doğruluğu öğütler. Güçsüzlerin, çaresizlerin, her zaman yanındadır. Hile-hurda bilmezler, tok sözlü, sözlerinin eridirler. Türk milletinin birlik ve beraberliğini, millî dayanışmayı, el ele tutuşmayı telkin eder.

    Yüzyıllar boyu, heyecanla okunan bu eserdeki destanlar, Doğu ve Orta Anadolu'da, çeşitli varyantları ile yaşamıştır. Anadolu'nun birçok bölgelerinde, halk arasında söylenen, kuşaktan kuşağa aktarılan hikâye ve destanlarda Dede Korkut'un izleri ve büyük etkileri vardır.

    Millî Destanımızın ana kaynağı olan Dede Korkut Kitabı’nın bugün elde, biri Dresden'de, öteki Vatikan'da olmak üzere, iki yazma nüshası vardır. Bu yazma eserlere dayanarak Dede Korkut Kitabı, memleketimizde birkaç kez basıldığı gibi, birçok yabancı memleketlerde çeşitli dillere de çevrilmiştir.


  2. Facebook Adınla Yorum Yap

  3. #2
    Kıdemli Üye
    Üyelik tarihi
    07.12.2009
    Yer
    ankara
    Mesajlar
    439
    Teşekkür
    931
    Aldığı Teşekkür
    463

    Standart

    AHî EVRAN


    Selçuklu Devleti, Malazgirt Zaferinden sonra, Anadolu'da güçlü bir devlet, ileri bir uygarlık kurmuştu. Ancak Moğol akınları yüzünden devlet, XIII. yüzyılın sonlarına doğru zayıflamaya başlamıştı. Bu mirası ayakta tutabilmek için, Anadolu'da yerleşen Oğuz Boyları, ayrı ayrı bölgelerde kümeleşmeye başlamışlardı. Nitekim XIV yüzyılın başlarında, Anadolu'daki Selçuklu egemenliği sona erdiğinde birçok Türk Beylikleri ayrı ayrı devletler kurmuşlardı.

    O günlerde, (Ahilik) adıyla, millî bir dayanışma birliği, Anadolu'da sosyal düzenin kurulmasına öncülük etmişti. Hatta bu birlik, Osmanlı Devletinin, güçlenmesine ve örgütlenmesine yardımcı olmuştu.

    Ahilik; kasabalara ve köylere kadar yayılan, en küçük örgütünden en büyüğüne kadar, millî birlik ve beraberliği, karşılıklı saygı ve sevgiyi, sosyal dayanışma ve yardımı temel ilkeler sayar. El birliği, gönül birliği ve kardeşlik havası içinde, din ve ahlâk kurallarına sıkı sıkıya bağlı, köklü, sağlam, düzenli ve millî bir toplum kurmayı amaç bilen, tarikat niteliğinde bir kuruluştur. Bu kuruluşa fütüvvet adı veriliyordu. Kendilerine özgü töreleri ve zaviye adıyla tanınan dernekleri vardı. Üyeleri daha çok meslek sahibi esnaftan kişilerdi. Küçük sanatların gelişip yayılmasında, sanat erbabının geleneksel kurallara göre yetiştirilmesinde ve ekonomik hayatını düzenlenmesinde bu birliğin büyük faydaları görülüyordu.

    Fütüvvet ve ahiliğin tarihi eski olmakla birlikte, Anadolu'da ahiliğin kurulmasında Ahi Evran'ın öncülük ettiği söyleniyor ve Ahi Evran bu örgütün piri sayılıyordu.

    Ahi Evran’ın asıl adı Şeyh Mahmud Nasurıddin’dir. Orta Asya’nın Türk bölgesi olan Horasan'dan Anadolu'ya göçmüş, XIII. yüzyılın ortalarında Konya'ya gelip yerleşmişti.

    Hacı Bektaş-ı Velî hakkındaki deyişleri bir araya toplayan Velâyetnâme adlı esere göre, Konya'da bir süre oturan Ahi Evran, daha sonra Kayseri' ye gelmişti. Burada dericilik mesleğine girmiş, deri atölyelerinde çalışan bir işçi olmuştu. Deri terbiye etmenin, ham deriyi, türlü emek ve uğraşılardan sonra, olgun, kullanılır duruma getirmenin, onun. kokusuna dayanmanın, insanı eğitmek, onu olgunlaştırmak kadar güç olduğunu bildiğinden bu mesleği seçmişti.

    Ahi Evran, çilesini tamamladıktan ve manevî gücünü de ispat ettikten sonra, Kırşehir'e gelmiş, ahilik örgütünü burada kurmuştu.

    Ahi Evran, insan nefsinin bir ejder gücünde olduğuna, nefsini yenen kişinin, dünya hırslarından, kinlerinden, maddi isteklerinden arınacağına inanmıştı. İşte bu inanca bağlı olarak, Ahi Evran'ın nefis denen benlik yılanını içinden söküp atarak bir kamçı gibi elinde taşıdığı söylenmiş, kendisine yılanlı ahi anlamına gelen Ahi Evran denilmişti.

    Yine Velâyetnâme adlı esere göre, Hacı Bektaş-ı Velî, sık sık Kırşehir'e gelir, Ahi Evran'la saatlerce sohbet ederdi. Bir keresinde, iki büyük insan yine Kırşehir'de buluşmuştu. Kırşehir'in tanınmış bahçeleri olan Özbağlar’da derin bir sohbete başlamışlardı Bu sırada aşağıdaki derede kurbağalar ötüşüyor, bu sohbete onlar da katılıyorlardı. Bir ara, Hacı Bektaş-ı Velî, kurbağalara seslenerek:

    ­ Susunuz ya mübarekler!. demişti.

    0 günden bugüne, bu derelerde kurbağalar susmuş, bir daha ötmez olmuşlardı.

    Ahi Evran'ın Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi'ye ahilik beratı verdiği, tahta çıktığı zaman, ahi töreleri gereğince beline ahilik kuşağı bağladığı söylenir. Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi'ye de büyük saygı gösterdiği ve ahi alayları kurarak onun fetihlerine yardım ettiği bilinmektedir.

    Ahilik, tasavvufî inançlar içinde, halka “eline, beline ve diline sahip olma” ilkesini, yani hırsızlık ve haramdan uzak durmayı, namuslu olmayı, sır saklamayı, kötü söz söylememeyi telkin etmiştir. İnsanlar arasında ahlâkî prensipleri yaymıştır. İyiye, doğruya ve güzele dönük, kardeşçe yaşama ilkeleriyle Osmanlı Devletinin sosyal ve ekonomik düzenini, ilk esnaf örgütünü kurmuş, devletin yardımcısı olmuştur.

    Ahi Evran'ın kaç yıl yaşadığı bilinmemekle birlikte, XIV. yüzyılın başlarında Kırşehir'de öldüğü sanılmaktadır. Ahi Evran'ın hayatı, Hacı Bektaş-ı Velî’de olduğu gibi, yüzyıllardan beri söylenegelen çeşitli efsanelerle süslendiğinden, gerçek yaşantısı unutulmuştur. Ancak onun Kırşehir'deki türbesi, çağlar içinde Ahi Ocağı olarak yaşamış ve ziyaret edilmiştir. Ahi Evran adına, Ankara'da bir cami yaptırılmıştır. Camiin Selçuklu devri ağaç oyma işlemeli kapı ve pencereleri, bugün İstanbul'da, Amca Hüseyin Paşa Medresesinde saklanmaktadır.

    Türk tarihinde birçok ulu kişiler vardır. Bunlar eserleriyle değil, fikirleriyle, düşüncelerinin toplumlar üzerindeki etkileriyle tanınır ve bilinirler. Ahi Evran da böyledir. Sağlığında yazılı bir eser bırakmamıştır. Yazmışsa da bize kadar ulaşamamış, ya da elimize geçmemiştir. Bu ulu kişiler, Anadolu'ya doğan, zihinleri aydınlatan, gönülleri ısıtan, toplumları etkileyen, onların millî birlik ve dirliğe çağıran güneşler gibidirler. Bundan dolayı unutulmamış, dillerde ve gönüllerde yaşatılmıştır.

    Ahi Evran, bu sözlü kültürün en belirgin örneğidir. Onun yedi yüz yıl önce Anadolu'ya ektiği iyilik ve cömertlik tohumları yeşermiş, bir fikir ürünü olarak, toplumları doyurmuştur. O, Türk Kültür Tarihi'nin ölümsüz bir düşünürü, bir mürşidi olarak daima yaşayacaktır.

  4. #3
    Kıdemli Üye
    Üyelik tarihi
    07.12.2009
    Yer
    ankara
    Mesajlar
    439
    Teşekkür
    931
    Aldığı Teşekkür
    463

    Standart

    Akşemsettin

    Asıl adı Mehmed Şemseddindir. Fatih devri mutasavvıf ve din alimlerinden olan Akşemseddin, 1389 yılında Şam’da doğdu. Küçük yaşta babası Şeyh Hamza ile birlikte Anadolu'ya geçerek Göynük'e yerleşti. Burada medrese tahsili gördü, müderris oldu. Özellikle hekimlik alanında derin bir bilgi sahibi idi. Çeşitli hastalıkları tedavi ediyor, özellikle ruh hastalıklarının tedavisinde başarı gösteriyordu. Bunun için kendisine Tabîb'ül-ervah yani ruhların doktoru deniyordu.

    Daha sonra tasavvuf yoluna girerek Hacı Bayram-ı Velî'ye intisap etti. Hacı Bayram-ı Velî’nin ölümünden sonra, onun halifesi oldu.

    Akşemseddin daha sonra Edirne'ye geçti. Edirne sarayında bulunan Osmanlı padişahı II. Murad, bu genç, âşk dolusu, her bilgide üstün, olgun sofîyi ziyaret eder ve oğlu şehzade Mehmed'in eğitim ve öğretimini üzerine almasını rica eder. Akşemseddin bu teklifi reddetmez. Yıllarca ona bilgi aşılar. Şehzade Fatih, padişah olunca da yanından ayrılmaz, Onun en yakın hocası ve danışmanı olarak görevini sürdürür.

    Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u kuşattığı zaman bilgisine olduğu kadar şahsına da büyük değer verdiği ak sakallı âlim Akşemseddin de beraberinde bulunuyordu. Âyet-i kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazret-i Eyyûb el-Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak istemişti.

    Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el-Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazret-i Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zât idi. Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de “uğurlu kişi” olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmişti.

    İslâm tarihinin verdiği bilgi bundan ibaret kalıyordu. Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazret-i Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu biliyordu.

    Bundan sonrasını, XVII. yüzyılın büyük yazarı Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde şöyle nakletmektedir:

    “Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin:

    “Beyim, Alemdâr-ı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l-Ensârî bu mahalde medfundur, diyerek bir hıyâban-ı orman içre girdi. Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı. Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler. Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben:

    – Hünkârum, hikmet-i Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler! diye konuştu.

    Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile, “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûb-ül Ensarî” dive yazılmış olduğu görüldü. Taş kaldırıldığında, Hazret-i Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıktı. Sağ elinde tunç bir mühür vardı. Taş tekrar yerine kapatıldı, üzeri örtüldü...

    İşte; asırlardan beri, İstanbul'un başlıca ziyaret yeri olan Eyüp Sultanın kabri böylece bulunmuştu. Sonra bu kabre, şaheser bir türbe yapıldı.

    İstanbul kuşatmasının ellinci gününden sonra büyük bir Haçlı ordusu ile donanmasının Bizans’a yardıma yetişmekte olduğu haberi askerin morali üzerinde olumsuz bir tesir yapmaya başlamıştı. İşte o zaman ortaya çıkan ak sakallı Akşemseddin, orduya hitâben tarihi konuşmasını yaparak mânevi gücü tekrar yerine getirmesini bilmişti:

    “Ey asker... Biliniz ki, bu fetih, Cenâb-ı Hak katında size ve Sultan Mehmet Han'a takdir kılınmıştır. Kim ki bundan şüphe eder, imândan sapıtmış olur...”

    Hazret-i Eyyûb'un kabrini keşfettikten sonra mânevi değeri asker nazarında pek büyümüş olan Akşemseddin'in bu sözlerine, herkes imânı ile inanmış ve üç gün sonra tarihin en büyük zaferine ulaşmasını bilmişti.

    Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister. Akşemseddin bu teklifi:

    ­ Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin. Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...diyerek şiddetle reddetmiştir.

    Artık kendi görevinin de bittiğine inanmıştır. Padişahtan Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister. Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür. Hocasını Göynük'e uğurlar. Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalan Akşemseddin, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.

    Ömrünün son altı yılını Göynük’te zikir, ibâdet ve fakir hastaları tedavi ile uğraşarak geçirdi. 1459 yılında Göynük'te vefat etti.

    Akşemseddin'in, bugün İstanbul Feyzullah Efendi Kütüphanesinde bulunan Hayatın Maddesi ve Tıp adında, Türkçe, elyazması iki büyük cilt eseri vardır. Ayrıca Hall-i Müşkilât, ve Makâmât-ı Evliyâ gibi eserleri bilim dünyasınca tanınmaktadır.

    Herhalde onun en büyük eseri, Fatih Sultan Mehmed gibi büyük bir devlet adamını yetiştirmiş olmasıdır.

 

 

Benzer Konular

  1. Türk Kızı
    By Ahmet Öztürk in forum Şiir Köşesi
    Yorum: 5
    Son Mesaj: 04.12.2010, 04:29
  2. Türk Tarihi
    By elif cetin in forum Tarihi Kalıntılar
    Yorum: 1
    Son Mesaj: 15.02.2010, 17:46
  3. Ben Türk'üm..
    By elif cetin in forum Makale Köşesi
    Yorum: 7
    Son Mesaj: 17.01.2010, 15:15

Bu Konudaki Etiketler

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •